Merhabalar. Bugün sizlerle Whiplash filminin değerlendirmesini paylaşacağım. Öncelikle filmin kısa bir özetine değinerek başlamak istiyorum:
Andrew Neiman çocukluğundan beri bateri çalan ve Jazz müzikte ustalaşmış birçok ismi takip ederek bir gün onlar gibi olmayı dileyen bir gençtir. Bir akşam okulu olan Shcarffer Konservatuarı’nda tek başına çalışırken o dönemin en katı ama en başarılı hocası olan Terence Fletcher’in dikkatini çeker. Deneme amaçlı davet edildiği okulun Studio Band’inde hem yeteneklerinin sınırına ulaşmaya çalışırken hem de psikolojik olarak güçlü kalması gerekeceği sınavlar bütünün içinde bulur kendisini. Bu süreçte Andrew’un başından birçok olay geçer ve her yarışma onun hayallerine ulaşmak istediği yolda bir mihenk taşı görevi görür. Ayrıca izleyiciler olarak Andrew ve Fletcher arasındaki birbirlerinin sınırlarını zorlayan çekişmeye tanıklık etme şansına erişiriz.
Filmdeki ana karakter henüz birinci sınıf öğrencisi ve Fletcher’in yetenek ışığı bulma amacında onun dikkatini bir hayli çekiyor. Burada Andrew’un birçok karakteristik özelliği dikkatimi çekti. Öncelikle aşırı derecede hırslı bir karakter ve başarıya o kadar odaklanmış ki geride durmayı asla kabul etmeyecek kadar da bencil birisi. Bunun yanı sıra hayallerine de o kadar çok odaklanmış ki kız arkadaş ya da sosyalleşme gibi alanların onu bu hayallerinden uzak tutacağını düşünüyor. İnsani bir takım olması gereken hislerden uzak olması ya da geri durmaya çalışması bana göre onu psikolojik olarak daha çok zorlayan bir şey. Zorlu yollarda bizi seven ve destekleyen insanların amacımıza ulaşmamızda büyük etkisi olduğuna inanıyorum.
Fletcher karakterine değinecek olursam da bence Jazz’a o kadar büyük bir tutkuyla bağlı ki onu sadece gerçekten layık olanların icra edebileceğine karşı güçlü bir inanca sahip. Bu nedenle aşırı derecede mükemmelliyetçi bir insan. Yalnız bunu çok katı bir tutumda yapıyor. Özellikle onun ‘İngilizce’de iyi işten daha tehlikeli bir sözcük yoktur.’ cümlesi karakterini ve bakış açısını çok net bir şekilde ortaya koyuyordu bence. İnandığı değerlere olan bağlılığına saygı duyuyorum ancak bana göre bu hırs çok aşırı. Fletcher’in yol açtığı psikolojik tahribat nedeniyle canına kıyan, hayallerinden ve eğitiminden vazgeçen insanlar var en nihayetinde.
Filmin ana temasına dönecek olursam burada en çok dikkatimi çeken şey Andrew’un büyük bir hayali ve yeteneği olmasına karşın sürekli Fletcher’dan onay beklemesi. Onun sözüne o kadar bağlanmış ki aksi bir görüşün de olabileceğini asla düşünemiyor. Bu durum iki karakterin sürekli birbirlerinin sınırlarını test etmesine yol açıyor. En sonunda Andrew orkestradan atılıyor ve hıncını almak amacıyla dava ederek adamı da görevinden attırıyor. Bence bu noktada Fletcher hala ondan vazgeçmemiş vaziyette. Onun yaptığının farkında olmasına rağmen Jazz yarışması açılışına onu da baterist olarak davet ediyor. Burada izleyici yüksek ihtimalle Andrew’u rezil etme amacıyla bunu yaptığını düşünebilir ama ben yine de ona bir şans verdiğini düşünüyorum. Filmin başında onda gördüğü ışığa her zaman bağlı kaldı. Orada bir şekilde kendini gösterebilirse ne kadar başarılı olabileceğini hep biliyordu. Bunu yine kendi yöntemleriyle yaptı ama sonuçta başardı.
Benim filmden çıkardığım birkaç nokta var. Öncelikle kendimize inanıyorsak ve yeteneklerimizin izin verdiğini düşünüyorsak sahip olduğumuz hayallerden kim ne derse desin asla vazgeçmemeliyiz. Başarıya uzanan yol çiçeklerle bezeli değil ve karşımıza birçok engebe çıkabilir. Bu noktada sadece yetenek yetmiyor, psikolojik dayanıklılık da çok önemli. Bu yolculuk bana Everest Yolculuğunu anımsattı. Yolda pes edenler olsa da bu süreci dayanıklılıkla geçirenler zirveye çıkmaya hak kazanacak. Umarım ben de onlardan birisi olurum.