Merhabalar, bugün sizlerle Stefan Zweig’ın Satranç kitabına ait değerlendirme çalışmamı paylaşacağım. Öncelikle kısaca kitabın özetine değinmek istiyorum.
Zweig’ın bu kitabında New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinin içindeki olaylara ve kişilere odaklanıyoruz. Kitabın başında anlatıcımız son dünya satranç şampiyonu olan Czentovic’in de gemide olduğunu öğreniyor ve kişisel merakından ötürü onunla bir parti oyun oynamak istiyor. Lakin yanındaki arkadaşından aldığı bilgiler ışığında bu kişinin sosyal anlamda gelişmemiş bir kişi olduğunu, entelektüel bilgi birikiminin bir satranç şampiyonuna göre oldukça düşük olduğunu, üstelik okul hayatının da problemli olduğunu öğreniyor. Bu durum onu daha büyük bir meraka sürükleyince gemide adeta adamla kovalamaca oynuyor. Bu süreçte McConnor isimli başka bir yolcuyla tanışıyor. Bu kişi oldukça hırslı ve kendini ispatlama çabasında olan zengin birisi. Czentovic’in bir parti için dahi ücret istemesi nedeniyle bu kişi devreye giriyor ve oyun için anlaşıyorlar. Oyun günü geldiğinde ikinci partinin ortasında hamle yapacakları zaman bir yabancının gelip onlara müdahale etmesiyle oyunun seyri tamamen değişiyor. Bu gizemli yabancı satrancı bilmekle kalmayıp rakibinin 4-5 hamle sonrasındaki hareketlerini bile tahmin ediyor. Üstelik 20-25 yıldır eline satranç taşı değmediğini söylediği halde. Onun müdahalesiyle oyun berabere bitiyor. McConnor hırsı nedeniyle ertesi gün için de oyun talep ediyor ve bu yabancıyı oynamaya ikna etmesi amacıyla hemşerisi olduğundan anlatıcımızı yolluyorlar. Dr. B. isimli yabancıya teklifi götürdüğünde kendini İkinci Dünya Savaşı zamanında üst kademe kişilerle çalıştığından neredeyse 1 sene boyunca sorgulanan ve hiçliğin ortasında bulduğu bir satranç kitabına tutunup delirmemeye çalışan ama satranç hastalığına yakalanan Dr. B.’nin hayat öyküsünü dinlerken buluyor. Bunun ertesi günüyse oyun esnasında bir insanın deliliğin sınırında nasıl dolaşabileceğine birebir şahitlik ediyor.
Zweig’ın şimdiye kadar 5 ya da 6 kitabını okumuşumdur ama içlerinde beni en çok etkileyen kitap her zaman Satranç oldu. Her yazarın kendine ait güçlü bir yanı vardır, Zweig için bu psikolojik tahlil becerisi. O kadar sıradan görünen konuları öyle ustalıklı bir dille ve karakterleri derinlemesine inceleyerek aktarıyor ki bir insan zihninin nasıl uç noktalarda çalışabileceğini bizler de görmüş oluyoruz.
Bu kitabın bende diğerlerine nazaran daha etkileyici bir his bırakmasının diğer bir sebebiyse kitabın genelinde yer alan karamsar hava. Satranç, Zweig’ın ölmeden çok kısa bir süre önce bitirdiği bir kitap. Kendisi İkinci Dünya Savaşı sırasında duyduğu hikayelerle o kadar büyük bir karamsarlık içerisine bürünüyor ki Brezilya’daki evinde karısıyla birlikte intihar ediyor. Bu nedenle Satranç bana onun son zamanlardaki ruh halinin bir dışa vurumu gibi gelmiştir hep. Özellikle Dr. B.’nin kendi zihninde verdiği savaş nedense Zweig’ın da o dönem içinde bulunduğu ruh halini sembolize ediyor gibi.
Kitapta dikkatimi en çok çeken kısım satrancın psikolojik bir savaş olduğuna dair yapılan vurgu oldu. Son oyunda zeki olarak görülmeyen Czentovic’in rakibini strese sokmak için süresinin sonuna kadar beklemesi buna güzel bir örnek teşkil ediyordu.
Kitapta beni en çok etkileyen şeyse hiç beklemediğim türden bir hayat hikayesini okumak oldu. Dr. B.’nin hiçlik olarak adlandırdığı yerde verdiği zihin mücadelesi, bir umut olarak sığınacağı satranç ilkelerini anlatan kitabı bulması ve en sonunda delirmeme çabası verirken zihninde kendisiyle satranç oynaması zihin bölünmesinin inanılmaz bir örneğiydi. Zaman zaman yalnız kalmak ya da insanlardan uzaklaşmak isteriz. Lakin ben uzun süre insanlarla temasta bulunmadığımda zihnimin en büyük düşmanım olabileceğini sıkça deneyimledim. Bu sebeple Nazi güçlerinin baskılarını toplama kampı hikayelerinden farklı olarak zihin üzerinde görmek beni çok etkiledi. Tekrardan insan zihninin en büyük düşman ama aynı zamanda da en büyük kurtarıcı olduğuna şahit oldum.