Bugün sizlerle Invictus (Yenilmez) filminin yorumunu paylaşacağım. Öncelikle kısaca filmin konusundan bahsederek başlamak istiyorum:
Film 90’lı yılların Güney Afrika’sında geçiyor. İlk Siyahi başkan olan Nelson Mandela dönemini 1995 Ragbi Dünya Kupası özelinde bizlere yansıtıyor. Bu süreçte hem ülkenin sosyo-ekonomik durumunu ve içinde bulunulan şartları hem de Mandela’nın kişiliğini ve görüşlerini izleyiciler olarak gözlemleme şansı buluyoruz.
Nelson Mandela hayatını bilmesek bile hepimizin en azından bir kere de olsa adını duyduğumuz bir insandır. Özellikle ayrımcılıkla mücadelede tarih boyunca en önemli insanlardan birisi olmuştur. Bu film sayesinde aslında neden bu kadar önemli bir kişilik olduğunu ve olaylara çoğu insandan nasıl farklı bir pencereden bakabildiğini rahatça görüyoruz.
Liderlik hakkında birçoğumuzun görüşü vardır. Bana göre liderlik aynı yolda birlikte yürüdüğümüz insanlara ne kadar önemli olduklarını hissettirmek, fikirlerine değer vermek ve onlara eşit bir şekilde yaklaşabilmektir. Geçmişte Başkan Yardımcılığı ve Proje Koordinatörlüğü yaptığım dönemlerde ekibimle elimden geldiğince bu şekilde iletişim kurmaya çalıştım. Bu açıdan Mandela’da da bir özellik dikkatimi çekti. Göreve geldiği ilk gün, ilk yaptığı şey tüm çalışanları odasına toplayıp onlarla konuşmak oldu. Bence bu taraflar arasında güven ortamı oluşturup karşı tarafı değerli hissettirdi. Ayrıca filmin genelinde çok bütünleştirici bir yapısı olduğu da gözüme çarptı.
Mandela’nın bütünleştirici kişiliğine dikkat çekebileceğim en önemli sahnelerden birisi de Ragbi takımı kaptanı François ile olan ilişkisi ve sonrasında dünya kupası öncesinde takımın şehir şehir gezmesine yönelik planlamasıydı. Ülkede bariz bir şekilde grup çatışması hakimken aslında sporun birleştirici yönünü bizlere gösterdi ve bunu kullandı. Ragbi takımı oyuncuları her gittikleri şehirde tanıştıkları insanlardan sonra aslında kimin için mücadele etmeleri gerektiğini anladılar bence.
Ortak acılar ve sevinçler insanları kenetlerler. Aklıma kendi yaşamımdan da birçok örnek geliyor bununla ilgili. Mesela ülkemizde ne yazık ki sıkça meydana gelen doğal afetler tüm sınıfları bir araya getirici bir güce sahip oluyorlar. Diğer yandan tıpkı filmdeki gibi spor mücadeleleri de öyle. 2008 yılında yapılan Türkiye-Hırvatistan maçının sabahında SBS’ye girecektim; buna rağmen gece yarısına kadar uyanık kalmış ve bu sevinci tatmıştım. Yine 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nda oynanan Türkiye-Sırbistan yarı final maçı da buna iyi bir örnek. Bayram dönemine denk gelmişti ve gerçekten de ülkece en çok kenetlendiğimiz bayram olmuştu bence ve bu ortak sevincimiz sayesinde olmuştu.
Hayatım boyunca spora karşı tutkulu bir izleyici olmuşumdur ve neredeyse her spor dalını da takip etmişimdir. Bu nedenle filmin son bölümü benim için ayrı boyutta zevkliydi. Filmde gerçek olaylar yansıtıldığından sonucu bilsem bile o süreci özümsemek ve kazanılan zaferi izlemek bir sporsever olarak çok güzel bir histi benim için. Diğer spor dallarında da turnuvalar öncesi hep sürpriz yapabilecek takımlar seçilir ama turnuva sonunda aslında bambaşka bir takımın sürpriz takım olduğunu görürüz. Turnuvaya ev sahipliği kontenjanından katılan Güney Afrika da işte bu takımlardandı. Bence kendi potansiyelimizin üstüne çıkmaya çalışmak, kendi sınırlarımızı aşmak hayattaki en önemli gayelerimizden birisi olmalı.
Son olarak değinmek istediğim nokta aslında Mandela’dan bir alıntı olacak:
“Kendi kaderimin efendisiyim.
Kendi ruhumun kaptanıyım.”
Öz farkındalık gerçekten çok önemli bir şey. Kendimizi tanımak, potansiyelimizin farkında olmak kaderimizi de değiştirmek için en önemli adımlardan birisi diye düşünüyorum. Yukarıda da değindiğim gibi eğer bunları bilirsek sınırlarımızı aşar, kendimize vurduğumuz zincirleri kırarız. Ve bir insanın değişmesiyle de toplumsal değişime büyük katkı sağlanır.