Merhabalar, bugün sizlerle Akıl Oyunları filmine ait değerlendirme çalışmamı paylaşacağım. İlk olarak kısaca filmin konusuna değinerek başlamak istiyorum.
Film ana karakter olan John Nash’in Princeton Üniversitesi’ni burslu olarak kazanıp sonrasında burada iletişim problemi nedeniyle sorun yaşamasıyla başlıyor. Onu genelde oda arkadaşı ile diyalog halinde olan ve derslere girmeyen bir öğrenci olarak görüyoruz. Bu dönemde ilk olarak Nash’in yeni bir teori ortaya atma ve kendini kanıtlama çabasını izliyoruz. Teorisinin kabul edilmesinin ardından başlayan üniversitedeki çalışma hayatında eşiyle tanışmasını ve sonrasında da üniversite yıllarından beri süregelen sıkıntıların kaynağının ortaya çıkmasını izliyoruz. Yıllarca kendi kafasında teoriler üreten, toplumca çekingen olarak görülen bu parlak zihinli insanın aslında şizofren olduğu fark ediliyor. Bunun ardından ise hikâyedeki kendini kanıtlama çabası daha da yoğun hissedilmeye başlıyor. Mesleki anlamda rüştünü geri kazanma arzusu, eşine ve çocuğuna yetebilme dürtüsü ve kendi içinde yaşadığı tüm bu mücadele filmin son aşamasına hâkim olan temalar olarak karşımıza çıkıyor.
Bu filmi ilk olarak Nash’in trafik kazasında vefat ettiği 2015 yılında izlemiştim. Sonrasında İktisat eğitimi almaya başladığımda filmde bahsi geçen Oyun Teorisi konusunu sıkça çalışma ve sınavlarda çözme şansına eriştim. Bu teori ile Modern İktisat’ın kurucusu Adam Smith’in görüşüne eleştirel bir yaklaşım sunmuştur. Bu nedenle öncelikle mesleki anlamda İktisat Teorisi’ne katmış olduğu ve sonrasında ona Nobel Ekonomi Ödülü’nü getiren bu harika teori için kendisine minnetimi dile getirmek isterim.
Filmde etkileyici bulduğum birçok sahne var. Bunlardan ilki Nash’in Oyun Teorisi’ni bulduğu bar sahnesi. Buradaki önemli detay şu ki; genelde bilimsel anlamdaki bilgiler günlük hayata uyarlanmaya çok da elverişli olmuyor. Ama bu teori hayatımızın tüm alanlarında kullanabileceğimiz kadar basit bir temele dayanıyor. Üniversite yıllarımda üst sınıflardan birkaç arkadaşım vardı. Onlarda sınav soruları vardı, bende ise ders notları olurdu. Ortak tüm derslerimizin sınavlarına bu kaynaklarımızı birlikte kullanarak hazırlandık ve hepsinde de başarılı olduk. Bu da ‘kazan kazan’ ilkesinin gündelik hayattaki kullanım kolaylığına iyi bir örnek teşkil ediyor bence.
Bunun yanı sıra yıllardır mustarip olduğu şizofreni nedeniyle sahip olduğu sanrılara dur demek amacıyla verdiği mücadeleden oldukça etkilendim. Bunun temel sebebi gerçek hayattan bir hikâye olması hiç şüphesiz. Eğer karısına ve bebeğine yetemediğini hissetmeseydi belki de olduğu durumu kabullenecek ve onun gibi parlak bir zihnin ürünlerinden mahrum kalacaktık.
Son olarak değinmek istediğim iki kısım var. Filmin başlarında diğer hocalar kafeteryada yaşlı bir profesöre saygılarını ifade etmek amacıyla kalemlerini veriyorlardı. Nash bunu o kadar imrenerek izledi ki, yıllar sonra Nobel adaylığını konuşurken aynı saygıyı görmesi beni çok etkiledi. Sanki sonunda başarmış ve mücadelesi yüzünden tebrik ediliyormuş gibi. Diğer nokta ise Nobel ödülünü alması ve orada yaptığı konuşmaydı. Filmde gösterilmeyen bazı unsurlar var. Mesela eşiyle boşanıp tekrar evlenmesi, başka kadından olan ve sonradan kabul ettiği ama filmde bahsi geçmeyen oğlu… Tüm bunlara baktığımda eşinin mücadelesini de insani anlamda takdir ediyorum. Her ne kadar inişli çıkışlı ilişkileri de olsa tıpkı ettikleri hastalıkta ve sağlıkta yeminleri gibi her daim destek oldu Nash’e ve ölüme de birlikte yürüdüler.
Hayatta birçok insan farklı dezavantajlarla dünyaya geliyor. Cinsiyet, ten rengi, ırk, cinsel yönelim, dini inanış, fiziksel ya da zihinsel engeller, hastalıklar… Önemli olan bunlarla neler yaptığımız bence. Bizler de sahip olduğumuz engelleri kabullenip kendimizi kısıtlamak yerine tıpkı Nash gibi hayatımıza devam edebilecek mücadele azmine sahip olmalıyız. Dilerim tüm insanların herhangi bir kısıt olmadan dünyaya katkı sağlayabilecekleri bir gelecek yakındır.